Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
kule reklam
kule reklam
Header reklam

RUSYA- UKRAYNA SAVAŞI VE MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

Rusların, Ukrayna’ya saldırısı ile

Rusların, Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan savaş, acımasızca devam ederken, havadan ve karadan yapılan bombardımanlarla, kentler harabeye çevrilmektedir. 2,5 milyondan fazla, kadın, çocuk ve yaşlı insanlar açılan insani koridorlardan, Polonya, Romanya’ya, kitleler halinde göç etmekte ve bu göç giderek, her geçen gün artmaktadır. Göç eden bu insanların arasında 800 binden fazla çocuk da bulunmaktadır. Ukrayna’nın başkenti Kiev başta olmak üzere, bir çok yerleşim yerlerindeki, okullar, hastaneler ve önemli resmi binalar tahrip edilirken, doğusunda bulunan bir çok kentin yanısıra, Kırım’ın da tamamı işgal edilmiştir. Diğer yerlerde yapılan işgallerden sonra Odessa Limanı dışında Ukrayna’nın Karadeniz’le bağlantısı kalmamış ve bir çok kent kuşatılmış durumdadır. Savaş bütün şiddeti ile devam ederken, Rusya’nın kimyasal ve biyolojik silah bile kullanabileceği söylenmektedir.

Bütün bunlara rağmen, ufukta Putin’i durduracak bir güç görünmüyor. Adeta, Rusya’nın kiralık askerleriyle, Ukrayna halkı başbaşa bırakılmıştır. Ne yazıkki, yine ABD tarafından Ukrayna’ya verilen sözler tutulmamış, savaşın ilk günlerinde, ABD başta olmak üzere, AB ülkeleri ve NATO, Rusya’nın işgaline sessiz kalmış, Ukrayna halkı ortada sahipsiz bırakılmıştır. Rusya’ya karşı daha sonra uygulanan ekonomik yaptırımlar, hava sahalarının kapatılması gibi baskılar artırılmakla beraber, Putin, Ukrayna’da durduramazsa, Polanya, Belarus ve Moldavya’ya da saldırabileceği, tahminleri yapılmaktadır. Yangının dibindeki AB ülkeleri ise doğalgaz tedarikinde, Rusya’ya bağımlı bulunması nedeniyle savaşın durdurulmasını sağlayabilecek, dişe dokunur, daha etkili tedbirler alamamaktadır. Sözün kısası, dünya, Rusya’nın, ateşle oynamasını, bekleyiş içinde seyrediyor.

ABD ve AB ülkelerinin iki yüzlülüğü ve uluslararası ilişkilerde olduğu gibi, dost göründükleri ülkelerede, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmediklerini bir kez daha ortaya koymuşlardır. İki büyük ülkenin, dünyaya barış getirmek ve ülkeler arasında adaleti sağlamak gibi bir niyetleri bulunmadığı artık anlaşılmıştır. Batı ülkeleri, Suriye’de de olduğu gibi, aynı benzer durumu Türkiye’ye de yaşatmışladır. Ortadoğu’da, besledikleri terör örgütleriyle birlikte çıkarttıkları savaşla, bir çok masum insanın ölümüne neden oldukları gibi milyonlarca insan yurtlarını ve evlerini terketmek zorunda bırakılmışlardır. Suriye’de ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin destekleriyle çıkartılan ve yıllardan beri devam eden iç savaş yüzünden, ülkemiz de çok büyük zarara uğramıştır. Verilen sözler tutulmadığından, Türkiye, 9 milyon Suriyeli’ye 11 yıldan bu yana bakmak zorunda kalmıştır. ABD’nin sınırımıza parelel olarak açmayı planladıkları koridoru Türkiye’nin müdahalesiyle açamamıştır. Hele, 15 Temmuzda, Ceylanpınar sınır kapısında, PKK ile birlikte sabaha kadar bekleyerek, şartların uygun olması halinde ABD askerlerinin ülkemize giriş yapma planları ise, insana bu nasıl bir dostluktur, dedirtmektedir. Bu yüzden, ABD ve AB ülkelerinin bu tutumları, NATO’ya rağmen Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşmaları önleyememiştir.

Geçmişe gidersek, ABD’nin, 1990’lı yıllarda Irak’ta kurduğu “Çekiç Güç” ile Türkiye’ye karşı ortaya çıkardıkları, PKK’yı yıllarca desteklemişlerdir. PKK’dan sonra, Suriye’de kimlik ve statü değiştiren, YPG, DEAŞ, İŞID gibi örgütler, ABD tarafından hem eğitilmekte ve hemde tırlar dolusu, milyarlarca Dolar değerde, silah ve mühimmat vererek bu terör örgütlerini kullanılmaktadır. Bu ortamda, ABD silah satmakta, gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarını geciktirmekte ve sömürmektedir. Demoklesin kılıcı gibi hep tepede yer almak için, ABD Başkanı Obama’nın yaptığı gibi, beyzbol sopasını başkanlık makamından bütün dünya ülkelerine göstererek sözüm ona ülkeleri baskı altında tutmaktadırlar.

Lozan Antlaşması şartlarına göre, Ege Denizinde bulunan 12 Adaların, silahlandırılması yasakken , şimdi Yunanistan bu yerlerde ve Trakya sınırımızda bulunan Dedeağaç’a, ABD ile birlikte silah yığmaktadır ve ABD’nin, Akdeniz’de Mısır, İsrail ve Yunanistan’ın ortak askeri manevralar düzenlemesi veya İsrail İHA’ları ile Ege’de üs kurması ile açıkca, Türkiye hedef alınmaktadır. Bu yüzden de Türkiye, güvenliği için yeni tedbirleri almak zorunda kalan Türkiye de, kendi “Hava Savunma Sistemi”ni kurma çabalarını arttırmıştır. Güney Kıbrıs’ın, ABD’den aldığı Patroid’leri, Türkiye’ye satmaması ve üretim aşamasında olan, F-35 uçağı projesinin dışında bırakılması ile Türkiye kendini korumak için, Rusların S-400 Hava Savunma Sistemine geçebilir. ABD’nin, patroidlerle ilgili bu tutumuna karşılık, Rus yapımı Su-35 ve Su-57 uçaklarının satın alınması veya yeni nesil TF-X uçaklarının geliştirme projesine katılma imkanları da bulunmaktadır.

Kaldı ki, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sırasında kurduğu silah ve mühimmat ürettiği, Kırıkkale Makine Kimya Endüstrisi (MKE) ve Cumhuryetin kurulduğu ilk yıldan bu yana, uçak yapan ve pilot yetiştiren Türk Hava Kurumu (THK) yanında, 1964 yılında çıkarma gemisi olmayan Türkiye’de bugün konvansiyel silahları üreten “Savunma Sanayimiz” ile havada, denizde ve karada vardır. 100 yıllık bir deneyim ve birikime sahiptir. İnsansız Hava Araçları (İHA), MİGEM Projeleri ile denizaltı, savaş gemileri ile uçak gemisi yapabilecek duruma gelmiştir. Türkiye’nin uçak üretiminde sorunu yoktur ve İnsansız Milli Muharip Uçağı, hangardan çıkacaktır. Terör örgütlerinde ve Azerbaycan-Ermenistan Savaşında başarı ile kullanılan silahlarımız yanında, “Hava Savunma Sistemi”ni de yapacak irade ve kabiliyette bulunmaktadır. NATO’ya girdiğimiz yıldan beri takip eden ABD, savunma sanayimizi engellemeye çalışmışsada, gelişmeleri önleyememiştir.

ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” gerçekleşmemiş, Suriye’yi bölme hedefinden de vazgeçmemiştir. NATO ‘da birlikte olduğumuz, stratejik ortağımız, ABD ve AB ülkelerine artık güvenilmeyeceği anlaşılmıştır. Rusya’nın ise her dönemde uygulamak istediği yayılmacı politikaları yanında, sınır komşusu ile acımasız şekilde savaşması, Rusya’nın da, ABD’den pek farklı olmadığı ve Rusya’nın eski Sovyetler Birliği sınırlarını hayal ettiği unutulmamalıdır. O bakımdan, ülkeler asırlar öncesi sınırlarını, geçmişte bırakarak, şimdi yaşadıkları sınırları korumaya özen gösterirlerse, sorunun büyük bir kısmını çözebilirler. Bunun için, Atatürk’ün, “Yurtta Sulh, Dünya’da Barış” sözünü esas almalılar.

Dünya’da “Uluslar Arası İttifaklar” olsada, sorunlar daha çok, komşu ülkeler arasındaki, dostluklar ve işbirlikler geliştirilerek, ülkeler kendi sorunlarını birlikte çözmeye çalışmalı veya çözülemediği takdirde, anlaşmamızlıkları, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi” ne o zaman götürülebilir. Her ülkenin insanlarının yaşamaya hakkı bulunduğu kabul edilmelidir. O yüzden ülkelerin hayat damarları kesilmemeli ve ülkeler çaresiz durumda bırakılmamalıdır. İmkanlar adil ve makul şekilde bölüşülmelidir. Çünkü, savaşların kazananı olmamakta, bu durumdan herkes zarar görmektedir. Savaşın başladığı, 24 Şubat’tan bu yana üç hafta bile geçmeden, her iki taraftan ölen binlerce insanlarla birlikte, sadece Ukrayna’nın savaşa, 119 milyar Dolar harcandığına bakılırsa, yıkılan kentleri ayağa kaldırmak ve tekrar yapmak ise yıllar alacaktır.

Savaşların içinden çıkmış mümtaz bir komutan olarak, devletimizin kurucusu, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 16 Mart 1923 yılında, yaklaşık 100 yıl önce söylediği ve bütün liderlere örnek olacak şu sözleri dikkat çekicidir.”Harp zaruri ve ve hayatı olmalı. Hakiki kanaatım şudur; ‘öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diyerek harbe girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça, harb bir cinayettir” demiştir. Bu bakımdan, savaşa girmemek için bütün imkanlar kullanılmalı ve çözümde savaş en son düşünülmelidir.

Bu bakımdan, dünyadaki genel durumu göz önüne alırsak iki kutuplu bir dünya barış getirmemektedir. Bir üçüncü kutup olarak Birleşmiş Milletler Teşkilatını, bu iki kutuba katılmayan ülkeler tarafından yönetilmesidir. Nitekim, sonuçları, 2. Dünya Savaşın’da olduğu gibi, Rusya ve Ukrayna arasında çıkan savaş ile birlikte, Montrö Boğazlar Sözleşmesinin önemini de daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Savaş başladığı andan itibaren taraflara ait askeri gemilerin geçişine kapatılarak, giriş ve çıkışları kontrol altına alınması, her tarafa dağılabilecek yangına yegane sınırdır. Bu durum savaşın büyümesini önlemekte ve gelişmelere set çekmektedir. Nitekim, Hitler 2. Dünya Savaşı sırasında, Almanya’ya ait denizaltıları, boğazlardan Karadenize geçiremeyince, Hamburg’dan, parçalar haline getirttiği denizaltıları Romanya’ya taşıttırarak, Tuna nehri üzerinden, Köstence Limanından Karadeniz’e indirmişsede denizaltılar arada kalmışlar karadeniz dışına çıkamamışlardır. Stalin’in de, Kars ve Ardahan illerimizle; Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili isteklerinden hiçbir sonuç alamamıştır.

Bütün taraflara yararlı olan ve dünya barışına katkıda bulunan Montrö Boğazlar Antlaşması, şimdi de, ABD’nin işine gelmediğinden Türkiye’nin bu sözleşmeden çekilmesini istemektedir. Çünkü, ABD istediği zaman denizaltıları ve uçak gemilerini kolayca Karadeniz’e sokamamaktadır. Durum böyle iken, bazı çevrelerce de, sık sık tartışma konusu haline getirilen konu, yakın zamanda, TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un basında yeraldığı gibi, sözleşmeleri feshetme yetkisinin Cumhurbaşkanında olduğunu belirterek, bunun “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” için de geçerli olduğu yönündeki sözleri dikkat ve tepki çekmiştir. (Sefa Uyar) Türkiye’nin elini kuvvetlendiren ve anahtar ülke haline getiren sözleşme 99 yıldan beri de başarı ile uygulanmaktadır. Bütün yetkinin Türkiye’ye ait olduğu “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin değiştirilebileceğinin belirtilmesi, devletimizin nasıl bir tehlikeli bir dönemden geçtiğini açıkca göstermektedir

Daha önce de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “ Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili sözleri bulunmaktadır. En son yaptığı konuşmada, “Montrö’nün ülkemize sağladığı kazanımları önemli görüyor, daha iyisi için imkan bulana kadar Montrö’ye bağlılığımızı sürdürüyoruz” diyen Tayyip Erdoğan, Montrö’den çekilmek için bir çalışma veya niyetlerinin bulunmadığını açıklamıştır. Çeşitli çevrelerde bu tartışmalar yapılırken, 104 emekli amiralin yayınladığı, Montrö bildirisi hakkında bir basın toplantısı düzenleyen Erdoğan, bu bildirinin demokrasiye zarar verdiğini ve kabul edilemeyeceğini söylemektedir. Halbuki emekli amiraller, ülkemizi ilgilendiren ve değiştirilmesi yönünde tartışmaların yapıldığı bir zamanda, bu durumu kamu oyuna duyurulması da demokratik bir eylem olmasına rağmen. amirallerin içeriye alınması ve haklarında dava açılması da adil değildir. Yıllarca ülkeye hizmet etmiş, bilgi ve birikimlerini ve düşüncelerini kamuoyuna duyurulmasının suç sayılması da, ülkemize zarar verir. Amirallerin bildirdiği görüşler, ülke güvenliğine getireceği sakıncalara karşı gösterdikleri hassasiyetlerinden başka bir şey olmadığı açıkça görülmekte ve amirallerin mağdur edildikleri herkes tarafından bilinmektedir.

Kanal İstanbul ile İstanbul Boğazı”nın yanında ikinci bir su yoluna ihtiyacımız bulunmamaktadır.“Montrö Boğazlar Sözleşmesi”ne zarar verecek tartışmalara yol açabilecek eylemler yerine, Atatürk’ün dehası olan boğazlar sözleşmesindeki haklarımıza sahip çıkmalı ve Atatürk’e sadece minnet ve sevgi duymalıyız.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir