İnsan hakları çoğu zaman soyut bir “evrensel değer” gibi anlatılır. Oysa insan hakları, en somut hâliyle hayatta kalma hakkıdır: Kapının gece çalınmayacağından emin olmak, bir hastanede “kimliğin” yüzünden geri çevrilmemek, bir mahkemede “tanıdığın var mı?” sorusuna muhtaç olmamak, bir sınırda sayı değil insan sayılmak… İnsan hakları, başkasının acısını uzaktan izleyip “ne yazık” demekle değil, o acının sebeplerini değiştirmekle ilgilidir.
Bugün insan haklarını konuşurken çoğu kişi yalnızca özgürlüklerden bahsediyor: İfade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, toplantı ve örgütlenme özgürlüğü… Evet, bunlar vazgeçilmez. Ama insan haklarının kalbi sadece “konuşabilmek” değil, insan onuruna yakışır biçimde yaşayabilmektir. Açlık sınırında çalışan birinin “özgür tercihi” ne kadar özgürdür? Şiddete maruz kalan birinin güvenliği yoksa diğer hakları nasıl kullanabilir? Haklar birbirine bağlıdır; birini çekip aldığınızda, diğerleri de sarsılır. Bu yüzden insan hakları “lüks” değil, toplumun temel taşıdır.
İnsan hakları ihlalleri çoğu zaman büyük manşetlerle gelmez. Bazen bir okul kapısında başlar: Ayrımcılığa uğrayan çocuğun içine kapanmasıyla. Bazen bir iş yerinde: Mobbingin “normal” sayılmasıyla. Bazen karakolda: Kötü muamelenin “ders olsun” diye meşrulaştırılmasıyla. Bazen sosyal medyada: Linç kültürünün adaletin yerini almasıyla. Bu ihlallerin ortak bir yanı var: Hepsi, bir noktada birilerini “daha az insan” saymaya dayanır. İnsan hakları ise tam burada devreye girer ve şunu söyler: İnsan, insan olduğu için değerlidir.
Peki, insan hakları neden bu kadar kolay aşınır? Çünkü haklar kâğıt üzerinde yazılı olsalar bile, günlük hayatta korunmadıklarında sessizce erirler. “Bana dokunmuyor” dediğiniz her ihlal, yarın daha geniş bir halkaya dokunur. Bugün birinin ifade özgürlüğü kısıtlanırsa, yarın sizin itirazınız “sıra sana da gelir” korkusuna dönüşür. Bugün birinin adil yargılanma hakkı çiğnenirse, yarın “adalet” kelimesi sadece bir tabelaya iner. İnsan haklarının en büyük düşmanı, kötülüğün gücü değil; iyilerin alışmasıdır.
İnsan hakları aynı zamanda bir ayna gibi toplumun karakterini gösterir. Bir ülkede güçsüzler ne kadar korunuyorsa, o ülke o kadar güçlüdür. Engelliler kamusal alanda özgürce hareket edebiliyorsa, yaşlılar yalnızlığa mahkûm edilmiyorsa, kadınlar sokakta korkmadan yürüyebiliyorsa, çocuklar istismar karşısında yalnız bırakılmıyorsa, mülteciler “tehdit” değil “insan” olarak görülüyorsa… İşte o zaman “medeniyet” iddiası gerçek bir anlam kazanır. Çünkü uygarlık, gökdelenlerin yüksekliği değil; vicdanın ve hukukun derinliğidir.
Bu nedenle insan haklarını savunmak, sadece başkalarının hakkını savunmak değildir; kendi geleceğini savunmaktır. Haklar, bir grubun ayrıcalığı değil, herkesin ortak sigortasıdır. Bugün susturulanın sesi yarın hepimizin boğazına düğüm olur. Bugün görmezden gelinen bir işkence, yarın hukukun sınırlarını yok eder. Bugün sıradanlaştırılan bir ayrımcılık, yarın toplumu içten içe zehirler.
İnsan hakları bir “temenni listesi” değil, bir asgari yaşam standardıdır: Onurla yaşamak, korkmadan konuşmak, adaletle yargılanmak, eşit muamele görmek, şiddetten korunmak, insanca çalışmak, eğitim ve sağlık hizmetine erişmek… Bunlar birinin lütfu değil, herkesin hakkıdır. Ve haklar, talep edilmediğinde kendiliğinden korunmaz. Bu yüzden insan hakları savunuculuğu bazen yüksek sesle, bazen küçük ama ısrarlı adımlarla olur: Tanık olmak, kayıt tutmak, dayanışmak, sorgulamak, itiraz etmek, hukuku işletmek, görünmeyeni görünür kılmak…
Sonunda mesele şuna gelir: İnsan hakları, “iyi insanların” süsü değildir; kötü zamanların barınağıdır. Bir gün rüzgâr tersine döndüğünde, hepimizin sığınacağı tek şey; sağlam kurumlar, bağımsız yargı, özgür basın ve toplumsal vicdandır. O vicdanı diri tutmak da her gün yeniden karar vermeyi gerektirir: “Bu haksızlık normal değil” demeyi, “bir kişi bile olsa” yan yana durmayı, “hak” kelimesini sadece konuşurken değil, yaşarken de savunmayı.
Çünkü insan hakları, en sonunda bir cümlede toplanır: Kimsenin onuru pazarlık konusu değildir.
Bu haber 226 kez okundu.

YORUMLAR